Yıllardır kaşınan, kaynatılan ve köpürtülen bir konu: kadın ve kadının mağduriyeti. Ancak hiçbir problem tek taraflı değildir.

Problemlere yaklaşımda ve çözüm yollarında tek taraflı hareket etmek doğru bir yöntem olamaz. Mevzuya yaklaşırken ve süreci tamamlarken denge ve adalet ön planda tutulmalıdır.

Kadın ve erkek, ayrılmaz ve birbirini tamamlayan çok kutsal bir bütündür. Tıpkı ekmek ile su, göz akı ile göz bebeği, kalp ile kan, ruh ile beden gibi. Ancak emperyalist sistem, toplumları kontrol etme ve sömürme stratejilerini çoğunlukla toplumsal farklılıklar üzerinden şekillendirmektedir.

Merhum Mehmet Akif Ersoy’un “Tek dişi kalmış canavar” olarak ifade ettiği bu sistem, toplumsal dinamiklerin arasındaki ayrılıkları derinleştirerek bireyler ve gruplar arasındaki çatışmaları körüklemekte ve kendine alan açmak için sistematik teknikler kullanmaktadır.

Etnik, dini, kültürel, ekonomik ve cinsiyet temelli farklılıklar, bu sistemin araçları haline gelmiştir. Kapitalist düzen, kadını bir meta gibi kullanıp sömürürken, onun tamamlayıcı gücü ve koruyucu kalkanı olan erkeği de ona rakip ve düşman kılmaktan geri durmamıştır.

Bugün, yalnızca kadının mağduriyeti göz önünde bulundurularak pozitif ayrımcılık uygulanırken, erkeğin psikolojik durumu, duygusal ihtiyaçları, maddi imkânları ve kapasitesi tamamen göz ardı edilmektedir. Psikolojik ve maddi açıdan parçalanmış, duygusal dengesi bozulmuş bireyler, toplum içinde hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Denge, hem vicdani, hem insani, hem de dini değerlere göre bozulmuş durumdadır.

Bozulan bu denge, fıtrata oynanan sinsi bir oyundur. Kadını erkekleştiren bu sistem, erkeği de dolaylı yollarla pasifleştirerek ve itibarsızlaştırarak, aile içindeki otoritesini kaybetmesine neden olmaktadır.

Erkekler için özel koruma kanunlarının olmaması, toplumsal algılar ve yasal düzenlemelerin temelindeki yaklaşımın bir sonucudur. Ancak bu, erkeklerin mağdur olmadığı ya da ihtiyaçlarının göz ardı edilebileceği anlamına gelmemelidir.

Toplumumuzda ve birçok dünya toplumunda erkekler genellikle güçlü, koruyucu ve dayanıklı olarak görülmektedir. Bu roller, erkeklerin mağduriyetlerini görünmez hale getirmektedir. Örneğin, aile içi şiddet ya da ekonomik sorunlar yaşayan bir erkeğin bunu ifade etmesi zayıflık olarak algılanmakta, bu algı ise erkeklerin yasal destek arayışında bulunmalarını engellemektedir. Erkekler, toplumun kendilerinden beklediği “güçlü erkek” kimliğine uygun davranma baskısı nedeniyle, yaşadıkları mağduriyetleri dile getirmekten utanç ve korku duymaktadır.

Kadınlara yönelik özel koruma kanunları, geçmişte kadınların daha sık ayrımcılığa, şiddete ve hak ihlallerine maruz kalması nedeniyle geliştirilmiştir. Ancak bu tür düzenlemeler, erkeklerin mağdur olabileceği gerçeğini göz ardı etmemelidir.

Boşanma davalarında nafaka yükümlülükleri, çocukların velayeti ve “koruma tedbirleri” kapsamında mağduriyet yaşayan erkeklerin sorunları sıklıkla gündeme gelmektedir. Bu mağduriyetleri yaşayan kişiler, çoğu zaman en yakınımızdaki bir arkadaşımız ya da akrabamızdır.

Psikolojik ve duygusal şiddete maruz kalan erkekler için yeterli koruma mekanizmalarının bulunmaması büyük bir eksikliktir. Yasal sistem, erkek mağduriyetlerini ele almakta çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle erkekler, mağduriyetlerini ne yakınlarına ne de yetkili mercilere duyurabilmekte ve yalnız bırakılmaktadırlar.

Erkekler için özel koruma kanunları; fiziksel, duygusal ve ekonomik mağduriyetleri de kapsamalıdır. Örneğin, aile içi şiddet konusunda erkeklerin maruz kaldığı fiziksel ve psikolojik şiddet görünür hale getirilmelidir. Ekonomik mağduriyetler noktasında ise boşanma süreçlerinde adil bir nafaka ve mal paylaşım sistemi kurulmalıdır.

Velayet davalarında ise çocukların velayeti konusunda babalar da eşit şekilde değerlendirilmeye alınmalıdır. İnsan hakları çerçevesinde, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tüm bireylerin eşit şekilde korunmasını sağlayacak yasaların oluşturulması elzemdir.

Kadınlar için talep edilen eşitlik, erkekler için de göz önünde bulundurulmalıdır. Pozitif ayrımcılık, eşitlik dengesini bozacak şekilde uygulanmamalıdır. Hayat, müşterek bir paylaşımdır ve özellikle aile kurumu için bu anlayış esas alınmalıdır. Erkek ve kadın, kanunlar karşısında insan olarak değerlendirilmeli; bir tarafı koruma altına alırken, diğer taraf mağdur edilmemelidir.

Parçalanmış aileler ve psikolojik olarak örselenmiş erkekler için, duygusal mağduriyetlerini ifade edebilecekleri, destek alabilecekleri platformlar oluşturulmalıdır. Toplumsal algı değişmeli; erkeklerin de insan olduğunu ve mağdur olabileceğini kabul eden bir kültür inşa edilmelidir.

Sonuç olarak, erkekler için koruma kanunlarının göz ardı edildiği bir gerçektir. Ancak bu sorun, kadın haklarını gölgelemek yerine, daha kapsayıcı bir adalet anlayışıyla ele alınmalıdır. Her bireyin mağduriyetine eşit önem veren bir sistem inşa etmek, daha adil ve huzurlu bir toplumun temelini oluşturacaktır.

Her şeye rağmen; ülkemiz, milletimiz ve insanlık adına daha adil, ahlâkî ve hür vicdanlar üzerinde yükselen bir gelecek temenni ediyorum.

Sosyolog

Berrin YAĞLIOĞLU