Bir zamanlar komşular, karşılaştıklarında birbirlerine selâm vermeden geçmezlerdi. Mahallede bir çocuk ansızın yere düştüğünde herkesin yüreği titrerdi.

Mutluluklar dost ahbaplarla paylaşılır, acılar dost kardeşle bölüşülürdü. Şimdi ise kalabalıklar içinde yalnızız. Göz göze gelmekten kaçan, birbirine yabancılaşan ve duyarsız bir toplum haline geldik. Akrabalar dahi birbirini hatırlamaz oldu. Peki, nasıl bu hale geldik?

Teknoloji, hayatımızı kolaylaştırdı ama insani bağlarımızı hissettirmeden yavaş yavaş kopardı. Eskiden sohbetler kahvehanelerde, balkonlarda ve dost meclislerinde sıcacık bakışlar arasında yapılırdı. Şimdi her şey cam bir ekranın arkasına hapsolmuş, çaresizlik içerisinde umutsuzca aranmakta. Sanal dünyanın duygu açlığı ve arayışı, çölde kaşık kaşık tuz yemeye benziyor. Dijital dünyada ne kadar çok insanla iletişim kurarsak kuralım, gerçek hayatta bir o kadar yalnızlaşıyoruz. Birinin gözlerinin içine bakarak konuşmak yerine, duygusuz mesajlarla hayatlarımızı sürdürüyoruz. Hatta kimi zaman, konuştuğumuz muhatabımız gözlerini telefonundan kaldıramadığı için, konuşmanın sonunda kendimizi yorgun ve yalnız hissediyoruz. Ne acı, değil mi?

Rekabetçi düzen içerisinde çırpınan ademoğlu, merhameti de unuttu. Modern hayat, başarıyı ve maddiyatı her şeyin önüne koydu. İnsanlar, birbirine destek olmak yerine rakip görmeye başladı. Can dostumuza ihtiyaç anında omuz vermek, arkadaşımızın bir açığını kapatmak veya ihtiyacını karşılamak hayal oldu. Çocuklarımıza bile küçüklükten itibaren "Sen kazanan olmalısın!" diye öğrettik. Oysa insan, sadece kazandığında değil, başkalarının elinden tuttuğunda da güçlüdür.

Aile bağlarımızın zayıflaması ise meseleye tuz biber oldu. Eskiden sofraya oturduğumuzda sadece yemek değil, sohbet de paylaşılırdı. Şimdi herkes sofrada kendi ekranına gömülü bir şekilde oturmakta. Aile, bir çatı altında yaşanan ama kalplerin ayrı düştüğü bir yapıya dönüştü. Çocuklar, anne babalarını örnek almak yerine, sanal dünyada kim olduklarını bile bilmedikleri figürlere hayranlık duyar hale gelmiş durumdalar. Lâkin buna karşın; anne babalarına ve onların anlatmaya çalıştığı toplumsal, ailevi ve kültürel değerlere yabancı ve ürkek bir ruh hali içerisindeler. Evlâtlarımız ile aramızdaki akıl, gönül ve ruhsal bağlarımızın zayıflayarak neredeyse yok olma aşamasına gelmesi bizi hiç mi endişelendirmiyor?

Merhamet duygumuz damarlarımızda donmuş sanki. Sokakta zor durumda olan birini gördüğümüzde içimizi bir sıcaklık değil, bir kayıtsızlık kaplıyor. Çünkü "Benim sorunum değil" düşüncesi içimize yerleşti. Oysa insan, sadece kendi derdiyle değil, başkalarının derdine derman olduğunda da, insan olduğunu ve doyumsuz bir ruhsal tatmin hissedeceğini unutmamalı. Ruhumuzun iyilik ile gıdalandığını neden bu kadar hızlı unuttuk veya unutturulduk?

Toplumumuzun üzerinde görünmeyen karanlık bir el ve zifiri bir nefes gezinmekte. Tüm bu sıralı yaralarımız ve problemlerimiz ile nasıl bir çözüm meydana getirebiliriz? Tabii ki, toplumu yeniden ruh ve duygu sahibi yapmak zor değil. Bizim için küçük, insanlık için büyük olan başlangıçlar var. Misal olarak; karşılıklı selâm vermek, bir çocuğun başını okşamak, yaşlı birine yardım etmek veya sofraya oturduğumuzda sohbet etmek gibi… Küçük ama insana dair büyük adımlar. Çünkü toplum, bireylerin toplamıdır. Eğer değişimi istiyorsak, önce kendimizden başlamalıyız.

Yoksa daha ne kadar ruhsuzlaşabiliriz acaba?..

Sosyolog  
Berrin YAĞLIOĞLU