Yeni bir güne, yeni bir yazı ile merhaba. Yazdığımız her şey hakikat olsun diyerek söze başlayalım.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye Cumhuriyeti, Gazze'deki duruma ilişkin Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) müdahillik beyanı sundu. İşte bu başvurunun ana hatları:

Müdahillik Beyanının Detayları

Amaç ve Gerekçe:
- Türkiye, Gazze'deki insani krize dikkat çekmek ve İsrail'in eylemlerinin uluslararası hukuka aykırılığını vurgulamak amacıyla bu başvuruyu gerçekleştirdi.
- İsrail'in Gazze'ye uyguladığı abluka ve askeri operasyonların ciddi insan hakları ihlallerine yol açtığını belirtti.

Hukuki Dayanak:
- Türkiye, başvurusunda Birleşmiş Milletler kararlarına ve uluslararası hukukun temel prensiplerine dayandı.
- Özellikle, İsrail'in Gazze'deki eylemlerinin Cenevre Sözleşmeleri ve diğer uluslararası insan hakları belgeleriyle çeliştiğini vurguladı.

Destek ve Dayanışma:
- Türkiye, Filistin halkının ve özellikle Gazze'deki sivillerin haklarını savunmak ve onlara uluslararası platformda destek vermek amacıyla bu adımı attı.
- Bu beyan, Türkiye'nin Filistin ve Gazze'ye olan tarihî ve siyasi desteğinin bir devamı olarak görüldü.

Uluslararası Tepkiler ve Etkiler:
- Türkiye'nin müdahillik beyanı, uluslararası alanda çeşitli tepkilere neden oldu. Bazı ülkeler Türkiye'nin bu girişimini desteklerken, bazıları eleştirilerde bulundu.
- Bu adım, Gazze'deki insani durumun uluslararası gündemde daha fazla yer almasını ve İsrail'in eylemlerinin hukuki olarak değerlendirilmesini amaçladı.

Uluslararası Basının Tepkisi ve İsrail’den Gelen Tehditler:

Türkiye'nin 7 Ağustos 2024'te sunduğu bu müdahillik beyanı, uluslararası hukukun ve insan haklarının korunmasına yönelik önemli bir girişim olarak kabul edilmektedir. Gazze'deki insani kriz ve bu krizin uluslararası hukuki boyutları hakkında farkındalık yaratmayı amaçlayan bu adım, Türkiye'nin Filistin davasına olan kararlı desteğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Türkiye'nin vermiş olduğu karar neticesinde dünya basını harekete geçti. Eline mikrofon alan bazı kendini bilmezler alenen Türkiye'yi tehdit etmiştir. Bunun bir örneği olarak İsrailli şarkıcı Ofer Levi, Gazze'de soykırım yapan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya seslenerek alçak bir çağrıda bulunmuştur: "Türkiye'ye atom bombası atın."

Abbas’ın TBMM Ziyareti:

Yapılan bu tür mesajları ciddiye almadığımızın kanıtı olarak Filistin Başbakanı Mahmut Abbas, Cumhurbaşkanımızın daveti üzerine TBMM'de ağırlandı. Bu önemli ziyarette, iki ülke arasındaki stratejik işbirliği, bölgesel barış ve Filistin halkının hakları konuları ele alındı. Abbas, TBMM'de TBMM Başkanı tarafından resmi törenle karşılandı. İkili, yaptıkları görüşmede, Türkiye ve Filistin arasındaki güçlü bağları vurguladı ve ortak projeler hakkında fikir alışverişinde bulundu. Görüşmede özellikle Gazze'nin yeniden inşası, insani yardım konuları ve uluslararası platformlarda Filistin'in desteklenmesi konuları öne çıktı.

Mahmut Abbas, Türkiye'nin Filistin davasına verdiği destekten dolayı minnettarlığını dile getirdi. "Türkiye'nin, Filistin halkının haklı mücadelesine verdiği destek bizim için çok kıymetlidir. İki ülke arasındaki kardeşlik bağlarını daha da güçlendirmeyi hedefliyoruz," dedi. TBMM Başkanı ise Türkiye'nin Filistin'e olan desteğinin kararlılıkla devam edeceğini belirtti. "Filistin halkının barış ve özgürlük mücadelesinde her zaman yanlarındayız. Bölgedeki barışın sağlanması için uluslararası alanda üzerimize düşen her türlü görevi yerine getireceğiz," ifadelerini kullandı.

Abbas'ın TBMM'deki konuşması sırasında, Filistin'in bağımsızlık mücadelesi, İsrail ile barış görüşmeleri ve bölgedeki son gelişmeler hakkında bilgi verildi. Ayrıca, TBMM üyeleriyle yapılan toplantıda, Filistin-Türkiye ilişkilerinin daha da geliştirilmesi için atılacak adımlar ele alındı. Mahmut Abbas'ın ziyareti, TBMM üyeleri ve Türk halkı tarafından büyük bir ilgi ve sıcaklıkla karşılandı. Bu ziyaretin, iki ülke arasındaki tarihi bağları daha da pekiştirmesi ve bölgesel barışa katkı sağlaması bekleniyor.

Savaş Bu Kadar Kapımıza Kadar Dayanmışken Türkiye Ekonomisine de Bir Göz Atmadan Geçemeyeceğim.

Ekonomik Panik: Türkiye'nin Orta Vadeli Programdan Kısa Vadeli Çözümlere Kayışı

Tüm dünya piyasaları ekonomik bir dar boğazdan geçtiği bu günlerde, Türkiye ekonomisi de bu durumdan etkilenmektedir. Ancak uygulanan politikalara bakıldığında, alınan kararlarda orta vadeli programlardan ziyade bir panik içinde kısa vadeli çözümlere yönelindiği izlenimini ediniyorum. Bu panikle ekonomide çıkış yolunu bulmak için her türlü yöntemi deniyoruz. Bir yandan sıkı para politikasından söz edilirken, diğer yandan döviz kuru baskılanmaya çalışılıyor. Endişem, ekonomiyi soğutmaya çalışırken hipotermiye sokma riskimizdir. Üretim maliyetlerimiz ve borçlanma maliyetinin bu kadar yüksek olduğu bir dönemde, ekonominin en önemli ayağı olan reel sektörün zor durumda olduğu aşikardır.

Bu konulara çözüm bulamaz ise, reel sektörün önce yatırımlarından sonra kârından ve sonuç olarak çalışanlarından vazgeçmesini gerektirecektir. Bu durum ise zaten zor olan ekonomiyi tamamen çıkmaza sürüklemektedir. Ekonomi yönetimi "iniş sert olmayacak" telkininde bulunsa da, bu gidişat ekonomiyi soğutmaktan öte hipotermiye sokacaktır. Bugünlerde "her şey kontrolümüzde" cümlesini ekonomi yönetiminden sıkça duymaya başladık. Ancak reel sektör irtifa kaybederken, iflaslar artıyor. Sıkı para politikalarının iyi gelmediği ortadadır. Her defasında, tek bir ekonomi politikası ile Türkiye ekonomisinin iyileşemeyeceğini savundum. Bastığımız paralar, mıknatıs gibi kamu harcamaları ve rant alanlarına yapıştı. Keşke tarıma, hayvancılığa ve üretime yönelseydi, fakat olmadı, olamadı! Çözüm; sıkı para politikası ile birlikte maliye politikası ve üretim politikasını aynı anda uygulamaktır. Çünkü sıkı para politikası enflasyonu düşürebilir, ancak yaşam maliyetini ve hayat pahalılığını üretim politikası çözer.

IMF'li Yıllar: Kayıp Yıllar

Geçmişe baktığımızda, 21 Şubat 2001 krizi; Kara Çarşamba! Siyasi ve ekonomik sorunların bir sonucu olarak hem finansal piyasalar hem de Türk Lirası üzerinde yıkıcı etkiler yaratmıştı. Türkiye'nin önünde bu tümörden kurtulması için iki seçenek vardı: ya konkordato ilan edecekti ya da tedavi yolunu seçecekti. Türkiye ikinci yolu tercih etti ve reçetesini IMF yazdı. O dönemde IMF’nin dayattığı politikalar; ücret dondurma, kemer sıkma ve aşırı mali disiplin sayesinde ülkeyi ölüm diyetine mahkum etti. Ancak bu bilgiler ışığında hep savunduğum şeyleri tekrar etmek istiyorum; günümüzde IMF’ye gitmeye gerek yok, kendimiz IMF olmalıyız. Bu şekilde mali disiplin sağlanmalı, bütçe açığı ve cari açık doğru yönetilirse enflasyonla mücadele edebiliriz.

Bir Kitap; Hayvansal Güdüler - George A. Akerlof

Ekonomist
Sinem ÖZKAN