Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyerek söze başlayalım.

Türkiye’nin ekonomi modeli, son yıllarda farklı yaklaşımlar ve politikalar çerçevesinde şekillendi. Genel anlamda ekonomik büyüme modelleri iki ana gruba ayrılmaktadır: ihracata dayalı modeller ve iç talebe dayalı modeller. İhracata dayalı büyüme, büyük ölçüde dış talep ile sağlanırken, iç talebe dayalı modellerde ise büyüme genellikle iç piyasadaki tüketim gücüne dayanır. Ancak Türkiye gibi ülkelerde iç talebe dayalı büyüme, çoğunlukla dış finansmanla desteklenmektedir. İşte tam bu noktada ekonomi ile dış politika arasındaki bağlantı daha da belirgin hale gelmektedir.

Türkiye’nin hangi büyüme stratejisini benimserse benimsesin, uluslararası sermaye hareketleri ve küresel dengeler büyük ölçüde belirleyici olmaktadır. Eğer büyüme, dış finansmana bağımlı bir şekilde ilerliyorsa, yani sermaye girişleriyle sürdürülüyorsa, ekonomik istikrar büyük ölçüde bu sermayenin geldiği ülkelerdeki ekonomik ve siyasi koşullara bağlı hale gelmektedir. 2001-2013 döneminde, küresel faiz oranlarının düşük olması nedeniyle Türkiye yoğun sermaye girişleri yaşamış ve bu süreçte yüksek faiz politikasıyla yabancı yatırımları çekmek bir strateji olarak benimsenmiştir. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği (AB) ile uyum süreci ve IMF programları da Türkiye’nin küresel finans sistemine entegrasyonunu destekleyen unsurlar arasında yer almıştır.

Ancak 2018 yılında yaşanan Rahip Brunson krizi, bu modelin kırılganlığını gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin ABD ile yaşadığı diplomatik gerilim, döviz krizine yol açarak ekonomide ciddi dalgalanmalara neden olmuştur. Bu durum, ekonomik büyümenin yalnızca faiz politikasıyla sürdürülemeyeceğini ve küresel güç dengeleriyle uyumun da büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koymuştur.

İhracata Dayalı Büyüme Modeli

2021-2023 döneminde uygulanan ekonomi politikası, ihracata dayalı büyümeyi hedefleyen bir yaklaşım üzerine inşa edilmiştir. Bu model, Türkiye’nin sanayi altyapısını güçlendirmeyi ve dış talep üzerinden büyümeyi amaçlamaktadır. Almanya, Güney Kore ve Japonya gibi ülkeler, ihracata dayalı büyüme modelini başarılı bir şekilde uygulamış örnekler arasında yer almaktadır. Ancak bu yaklaşımın da çeşitli riskleri bulunmaktadır.

Çin’in ihracata dayalı büyüme modeli, hegemonik güçlerle yaşanan ticari gerilimlerin bu stratejiyi zorlaştırabileceğini göstermektedir. ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşları, ihracata dayalı bir büyüme modelinin bile siyasi faktörlerden bağımsız olmadığını kanıtlamıştır.

Türkiye’nin ihracata dayalı bir ekonomi inşa edebilmesi için güçlü bir sanayi altyapısına ve rekabetçi üretim avantajlarına sahip olması gerekmektedir. Ancak mevcut durumda, bazı sektörlerde üretim maliyetlerinin yükselmesi nedeniyle firmalar alternatif üretim merkezlerine yönelmektedir. Özellikle tekstil sektörü, son yıllarda Mısır gibi ülkelere kaymış durumdadır. Bu gelişme, Türkiye’nin ihracata dayalı büyüme modeli konusunda halen yapısal zorluklarla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Dış Politika ve Ekonomi Dengesi

Türkiye, uzun süredir bölgesel bir güç olma hedefiyle hareket etmekte ve dış politikasını bu doğrultuda şekillendirmektedir. Özellikle 2018 sonrası dönemde, ABD’nin Orta Doğu’dan çekilip Asya-Pasifik’e odaklanmasıyla ortaya çıkan boşluğu doldurma çabaları dikkat çekmektedir. Ancak ekonomi modelinin dış finansmana bağımlılığı, dış politika açısından manevra alanını daraltan bir unsur olarak öne çıkmaktadır.

Bu bağlamda, Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminde ödemeler dengesi krizini önleme çabası, Türkiye’nin mevcut ekonomi modelinin sürdürülebilirliği açısından kritik bir önem taşımaktadır. Şimşek’in programı, şu an için başarılı bir şekilde ilerlemekte ve Merkez Bankası rezervleri toparlanmaktadır. Ancak ABD ile yaşanabilecek olası bir diplomatik gerilim veya küresel sermaye akışındaki değişimler, bu programın sürdürülebilirliğini tartışmalı hale getirebilir. Türkiye’de enflasyon ve ekonomik büyüme büyük ölçüde sermaye girişlerine bağımlı olduğu için, küresel finansal sistemdeki değişimler doğrudan iç dengeleri etkilemektedir.

Öte yandan, Türkiye son yıllarda Batı dışındaki finans kaynaklarına yönelerek bu kırılganlığı azaltmaya çalışmaktadır. Körfez ülkeleriyle yapılan swap anlaşmaları ve bölgesel finansman imkanları, ekonomiyi destekleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Bu noktada, Türkiye’nin bölgesel finans merkezleriyle olan ilişkilerini güçlendirmesi, stratejik bir hamle olarak öne çıkmaktadır. Önümüzdeki dönemde, Körfez ülkeleri ile ekonomik ilişkilerin daha da derinleşmesi, yalnızca dış politikayı değil, Türkiye’nin ekonomik sürdürülebilirliğini de doğrudan etkileyecek gibi görünmektedir.

Sonuç: Daha Dengeli Bir Model Mümkün mü?

Türkiye’nin ekonomik ve siyasi manevra alanını genişletebilmesi için daha dengeli bir büyüme modeline ihtiyacı bulunmaktadır. Ne yalnızca sermaye girişlerine bağımlı bir büyüme modeli ne de tamamen ihracata dayalı bir strateji tek başına yeterli olacaktır. Küresel ekonomik dalgalanmalara karşı daha dayanıklı olabilmek için sanayi kapasitesini güçlendirmek, bölgesel ekonomik ilişkileri derinleştirmek ve dış politikada öngörülebilir adımlar atmak büyük önem taşımaktadır.

Önümüzdeki süreçte, ABD ile ilişkilerin seyri, Körfez bölgesi ile ekonomik bağların nasıl şekilleneceği ve Türkiye’nin sanayi politikalarının nasıl bir yön izleyeceği, ekonomi yönetiminin karşılaşacağı en büyük sınavlardan biri olacaktır.

Türkiye’nin uluslararası dengeler içinde kendi önceliklerini nasıl konumlandıracağı, ekonomik istikrar açısından belirleyici olmaya devam edecektir.

Bir film: Enigma