İlk yazıma hızlı bir giriş yapıp Atatürk Kültür Merkezi üzerine gözlemlerimi hem bir mimar hem de izleyici olarak genel hatları ile telaffuz etmeye çalıştım.

Mimarlık ve sanat üzerine yazmaya başladığım köşemde adını Başka Perspektif diye telaffuz etmemdeki sebebi ikinci yazımda sizinle paylaşmak istedim. Çünkü konu çok önceden programladığım bir yazı dizisiydi. Hayata geçirmek için doğru zamanı mı bekledim yoksa bir şeylerin bunun için beni uykumdan uyandırmasını mı demeliyim bilmiyorum. İkisi de dolaylı yoldan aynı yola çıkıyor. Siz bir hedef koyduğunuz zaman ve o hedefe inandığınızda sonrasında zamanı geldiğinde o hedefin kapısından mutlaka adım atıyorsunuz. Benim hayatımda bu tarz olaylar hep bu şekilde oldu.

Başka Perspektif ile mimarlığa, sanata, mekana, kente ve tasarlanan her şeye başka disiplinlerden profesyonellerin gözüyle bakmak, eleştirmek, yorumlamak ve herkesin katılabildiği bir yazı dizisi oluşturmayı hedefliyorum. Yıllardır mesleğimle ilgili gördüğüm ve en çok eleştirdiğim nokta; sürekli mimarlık ve mimarlığın yarattığı her şeye hep aynı isimlerle, aynı platformlarda, aynı şekilde bazen ismini değiştirerek bazen yerini değiştirerek aynı yorumların etrafında dönüp duruyoruz ya da duruyorlar. Başka açıdan, başkasının açısından en basiti bir kullanıcı açısından her zaman bakmadığımızı düşünüyorum. Eleştirmek ve eleştirilmek her meslek için, her sanat dalı için aslında kendini geliştirmek isteyen herkes için özeldir. Doğru eleştiri ve bakış açısı sizi ileri götürür. Biz eleştirilmekten ve eleştirmekten korkan bir toplum olduğumuz için bunun ayıp bir şey olduğunu düşünerek sürekli susuyoruz. Bu yüzden bir adım öteye gidebildiğimiz yok gibi. Eleştirilerinizi alalım diyenler bile bazen egolarına yenik düşerek günün sonunda iyi bir eleştiriyi bile hadsizlik olarak görüyorlar.

Ben kendimi eleştiriler yaparken, kendi gelişimim üzerine düşünürken bu yazı dizimi oluşturdum. Mekanlara başka bir açıdan bakmaya çalışarak, kente dokunan özel yerleri bazen de gizli kalmış hazineleri kendi yorumlarımla sizlere anlatacağım. Bir sonraki hafta da bu mekanlara başka perspektiften bakıp bana ve sizlere başka açıdan bakmayı sağlayacak belki başka bir eleştiri getirecek değerli insanlarla konu bağlamında röportajlar yapacağım. Umarım bu yazı dizisine siz de benim kadar heyecanla bağlanırsınız.

Ve artık ilk röportajımı sizinle paylaşma zamanı…

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Başkemancısı Özgecan Günöz ile çok tatlı bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisini uzun zamandır Atatürk Kültür Merkezi’nde hem dinliyorum hem de diğer konserlerini severek takip ediyorum. Genç yaşta Başkemancı olması ise çok gurur verici ve takdir edilesi bir durum. İlk yazım Atatürk Kültür Merkezi olunca akabinde hemen kendisi ile bir röportaj için sözleştik. Öncelikle beni kırmadığı için çok teşekkür ederim. Ben sorularımı sorarken kendisinden çok şey öğrendim.

1QÖzgecan Günöz ile Röportaj sırasında çekilmiş güzel bir fotoğraf. (fotoğraf Gonca Çetinkaya)

1. Müzik kariyerinize nasıl başladınız ve kısaca sizi tanımayanlar için sizi tanıyabilir miyiz?

Müzisyen bir ailede büyüdüm. Annem opera sanatçısı, babamda opera orkestrasında viyola çalıyordu. Bu yüzden çocukluğum opera kulislerinde, kostümlerin arasında ve orkestranın içinde geçti. Bu da benim müzik hayatımın erken başlamasına vesile oldu. Bir ablam var, iki kardeşiz. O da Keman sanatçısı ve hatta şu an aynı orkestrada çalışıyoruz. Ben önce okulda çocuk korusu ile başladım, sonra özel piyano dersleri aldım. Konservatuara hazırlanırken keman çalmak istedim. Çünkü ablam evde hep keman çalardı ve benim için bir idoldü. Bu da beni kemana yönlendiren önemli etkenlerden biri oldu. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarını kazanarak keman eğitimime başlamış oldum. Sonra ailecek İzmir’e taşındığımız için Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na transfer oldum ve konservatuar eğitimimi burada tamamladım. Yüksek lisansımı ise İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda yaptım

2. Senfoni orkestrasının Başkemancısı olarak nasıl bir çalışma hayatınız var ve Baş Kemancı olmanın farkı nedir?

2007 yılından beri profesyonel olarak orkestrada çalıyorum. İlk işe başladığım orkestra ise Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası.4 yıl burada çalıştıktan sonra İstanbul’a geldim. 2011 yılından beri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndayım. 7 yıldır ise bu orkestrada Başkemancıyım. Başkemancı unvanını alabilmek için kurumun içinde çeşitli sınavlarına girmek gerekiyor. Bunun için toplamda 5 tane sınava girdim. Orkestradaki tüm yaylı çalgılar gruplarının tını birliği, stil birliği gibi konularından başkemancı sorumludur. Baş kemancının sorumlulukları arasında çalınacak eserlere yazılması gereken arşelerde var. Yani sizin izlerken gördüğünüz sağ elimizle olan hareketleri (çekerek veya iterek diyoruz) başkemancı belirliyor. Bunlarında bir takım müzikal fikirlere göre belirlenmesi gerekir. Bütün yaylı çalgı grupları başkemancının yazdığı bu direktiflere göre çalarlar. Aslında esere yön vermiş oluyoruz. Aynı zamanda yaylı çalgı gruplarının tını birliğinden de ben sorumlu olmuş oluyorum. Kendi çalış tarzı ile başkemancı nasıl çalınması gerektiği konusunda yaylı çalgılar gruplarına yön vermeli. Orkestranın bir bütünlük ve uyum içinde çalabilmesine öncülük ediyor diyebiliriz. Bazı konserlerde de başkemancıya sololar gelir. Sadece başkemancının çalması gereken bu sololar bir konçerto zorluğunda da olabilir. Bu yüzden başkemancı her şeyi çalabilecek, daha solistlik özellikleri olan, enstrümanındaki hakimiyeti yüksek ve liderlik vasıflarını taşıyan biri olmalıdır. Bu çok önemlidir. Her hafta farklı bir orkestra şefi ile çalışıyoruz. Orkestra şefiyle sürekli diyalog halinde olup onun isteklerini anlayıp orkestraya o şekilde yön veriyor olmak gerekiyor. Aradaki köprü rolündeyim de diyebiliriz. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndaki Başkemancılık görevimin yanında Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda da çalıyorum. Bir de oda müziği yapmayı çok seviyorum. Viyolonsel Sanatçısı Çağlayan Çetin ve Piyanist Besteci Özgür Ünaldı ile birlikte kurduğumuz Bosphorus Trio diye bir grubum var. Sadece Türk eserlerinin olduğu Naxos etiketiyle tüm dünyada dinlenebilen bir albümüz var.

2QFotoğraf: Egemen Pırlant

3. Türkiye’nin dışında yurtdışında da konserlere gidiyorsunuz. Performans sergilediğiniz salonlar arasında akustiği en iyi olan hangisiydi ya da hangileriydi?

Çok yakın zamanda İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ile bir turne yaptık. Bu turne kapsamında Berlin Filarmoni Salonu’nda çalma fırsatım oldu. Akustiği gerçekten çok iyiydi. Çok büyüleyiciydi. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile yaptığımız turnede ise Amsterdam’da Concertgebouw’da çaldık. Orası da etkileyici bir salondu ve akustik özellikleri çok iyiydi. Yurtdışında çaldığım ve etkilendiğim salonlara son olarak Viyana’daki Musikverein’ ı eklemek istiyorum. Türkiye’de de tabi ki çok iyi konser salonları var. İzmir’deki AASSM (Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi) ve Bilkent’teki Konser Salonu akustik anlamda en iyi konser salonları diyebilirim.

3QFotoğraf: Artun Korudağ

4. Hem yurtdışı hem yurtiçi salonlarda konserler vermişsiniz. Bir Keman Sanatçısı olarak bugün bir konser salonu tasarlamak isteyen tasarımcılara ne demek isterdiniz?

En ama en önemlisi Akustik tabi ki. Türkiye’de bugün çok fazla salon yapılıyor. Ama çoğu çok amaçlı salon olarak tasarlanıyor. Bunların hiçbiri tam bir konser salonu değil. Aynı anda birçok şeye ev sahipliği yapması hedeflenerek inşa ediliyor. Konser verirken bizler akustik anlamda bu salonlarda biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz. Görsellik çok güzel olabiliyor ama bizim için önemli olan akustik ve sesin karşı tarafa doğru şekilde iletilmesi. Yeni Atatürk Kültür Merkezi’nde de örneğin konser salonu yok. Opera salonu ve tiyatro salonu var. İkisi de farklı amaçlarla yapılmış. Senfoni orkestrası olarak konser salonu özellikli ve buna uygun akustikte bir konser salonumuzun olmasını bu kompleksin içinde çok isterdik. Umarım bir gün ilave olarak konser salonu yeni AKM kompleksine eklenir ve o zaman akustiği çok iyi tasarlanmış bir salonda konser verebiliriz.

4QFotoğraf: Ahmet Dur

5. İlk kez konser vereceğiniz bir mekanda ilk dikkat ettiğiniz konu nedir ve o mekanda konsere nasıl hazırlanıyorsunuz?

Tabi ki öncelik her zaman Akustik! Önce akustiğine bakıyoruz. Diğer soruda da belirttiğim gibi. En az bir provayı konser vereceğimiz yerde kesinlikle yapmak gerekiyor. Prova sayısı bize sunulan imkân ve salonun doluluk oranıyla da doğru orantılı oluyor. Örneğin Atatürk Kültür Merkezi’nde salonda biz 1 prova yapabiliyoruz. Diğer provalarımız başka yerde oluyor. Bu da salonun doluluğundan kaynaklı bir durum.

6. En çok sormak istediğim bir soruda şu; sizce konser salonlarının fuayesi nasıl tasarlanmalı ve tasarım sırasında nelere dikkat edilmeli?

Biz Atatürk Kültür Merkezi açılmadan önce konserlerimizi Cemal Reşit Rey Konser Salonunda, Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde ve çeşitli yerlerde yapıyorduk. Ve bir şekilde bu salonlarda konser arasında ya da sonrasında fuayede izleyici ile bir noktada buluşup etkileşim, içinde olabiliyorduk. Bu sanatçı ve izleyici için çok önemli ve değerli bir durum. Bir noktada bir araya gelip etkileşim içinde olmak, fuayenin de buna elverişli olması bizim için önemli bir nokta. Çünkü fuayede yapılan o kısa buluşmalarda tebrikleşmeler oluyor, seyirci kısacıkta olsa fikrini beyan ediyor ve güzel bir etkileşim yaratan bu durum seyirci ve sanatçı arasındaki iletişimi kuvvetlendiriyor. Bu yüzden fuaye tasarımlarında bir noktada seyirci ve sanatçının buluştuğu ortak alanın ve geçişlerin olması çok önemli. Bunların yanında fuayenin salonla bütünlüğü, tasarımı, renkleri, tuvalet sayısının yeterliliği, vestiyeri, kafeteryası, açık ve kapalı bekleme alanları gibi her şeyi düşünülerek tasarlanmalı.

7. Soruların gidişatına göre hep fuaye, akustik ve konser salonunun belli noktalarına değindik. Çokta güzel ilerleyen bir sohbet oluyor. Ama tüm bunların dışında sahnenin arkasında, sizin koşturduğunuz ve fabrika gibi çalıştığınız başka bir dünya var. Bugün bir nitelikli konser salonu tasarımı yapacak tasarımcılar sahne arkasındaki mekanların tasarımında nelere dikkat etmelidir? Sanatçı olarak gözlemleriniz nelerdir?

Bugün özellikle klasik konser verecek orkestranın konser salonunda prova imkanı bulması ve buna olanak sağlanması çok önemli. Prova salonlarındaki akustik ile salondaki akustik aynı olmalıdır. Çünkü akustiği iyi bir salon ve prova alanı bizim enstrümanımızla bütünleşerek bizim bir parçamız gibi oluyor. Biz de daha iyi hakimiyet kuruyoruz. Konser Salonu orkestranın enstrümanı gibidir, ne kadar iyi akustiği olursa o kadar iyi sonuçlar elde edilir. Verilen emeğin seyirci tarafına yansıması kolaylaşır. Bunun dışında en önemli diğer konu siz izleyicilerin görmediği ama bizim uzun süre vakit geçirip hazırlandığımız kulisler. Kulislerdeki makyaj ve hazırlık alanının rahatlığı, büyük bir orkestradaki kadın ve erkek sayısına göre uygun wc alanının olması, bekleme alanları kuliste çok önemli. Enstrümanlarımızın kutularını koyacak saklama alanlarının tasarlanması ve özellikle kulislerde bir raf sistemi olmalı. Havalandırması, ısıtma ve soğutmasının yeterli olması gerekiyor. Aynı anda tüm orkestra orada bekliyoruz ve hazırlanıyoruz. Yeterli sayıda priz olması da gerekiyor çünkü saçımızı kendimiz yapıp orada hazırlık yapıyoruz. Bunlar arkadaki sanatçılar için önemli konulardan bazıları. Örneğin, Türkiye’de çoğu salonda kulis arkası wc sayıları çok az. Orkestra konsere ara verdiği zaman, herkes 15 dakika wc sırası beklemek zorunda kalıyor. Bunlara mimarlar tasarım yaparken dikkat ederse daha güzel olur.

8. Şu an Başkemancı olarak devam ettiğiniz kariyerinize ileride nasıl devam etmeyi planlıyorsunuz? Geleceği parlak ve başarılı bir sanatçısınız. Planlarınız nelerdir?

Öğrenciliğimden beri hayalim olan şeylerden biri, ülkemdeki bir orkestrada iyi bir pozisyonda çalışabilmekti. Başkemancılık hedefim için çok çalıştım. Sağlığım el verdikçe bu çok sevdiğim mesleği sürdürmek isterim elbette. Bunun yanı sıra yapmak istediğim kendimle ilgili başka şeyler elbette ki var. Daha üretken olabilmek, daha fazla kayıt yapıp albümler çıkartabilmek, zaman zaman solist çıktığım konserleri artırmak, kendi grubum Bosphorus Trio ile devam edip Türkiye’nin farklı şehirlerinde, Anadolu’da klasik müziğin ulaşamadığı yerlerde konserler vermek istiyorum.

9. Son soruma geldik… Sizin yolunuzdan gitmek isteyen genç keman sanatçısı arkadaşlara ve bu enstrümanı çalmak isteyen öğrencilere nasıl tavsiyeler vermek istersiniz?

Keman çok zor bir enstrüman. Tabi ki her çalgı zordur ama yaylı çalgılar biraz daha zor ve özellikle keman çok mesai isteyen bir müzik aleti. Kendini çok adamak gerekiyor. Zaten biz çocuk yaşlarımızdan itibaren böyle bir hayat sürüyoruz. Konservatuar öğrenimi en az 10 sene sürüyor. Bir odaya kapanıp mesela saatlerce çalışarak geçen bir hayat. Öncelikle sabırlı ve azimli olmalı gerekiyor. Hep çok çalışmak gerekiyor ve kendini güncel tutmak gerekiyor. Yurtdışında ne olup bitiyor, oradaki hocalarla varsa bağlantı ve imkan yaratarak Masterclass kurslarına gidebilmek çok önemli. Hep kendini geliştirip güncel kalmak ve bol bol sahneye çıkarak konserler vermek, bu yolda gidecek genç arkadaşlara vereceğim tavsiyelerdendir.

Bu güzel röportaj ve sohbet için Özgecan hanıma çok teşekkür ederim. Röportajdan sonra keman sanatçısı olmak isteyenlere, bir gün konser salonu tasarlamak isteyen ve böyle bir salon tasarlamak için adım atan tasarımcılara alt bilgi olarak umarım çok yardımcı olur.