Son yazımda değindiğim Yapı Kredi Kültür Sanat ve İş Bankası Resim ve Heykel Müzeleri’ne, yapıların mimarı ile başka bir perspektiften bakarak mimarlığı farklı yönleriyle ele almaya çalıştık. Keyifli sohbeti için Ertuğ Bey'e çok teşekkür ederim.
1. Röportajımıza sizi kısaca tanıyarak ve mimarlığa olan ilginizin nasıl başladığını öğrenerek başlamak istiyorum. Bize, hem kişisel yolculuğunuzdan hem de mimarlık kariyerinizin şekillenmesinde etkili olan faktörlerden bahsedebilir misiniz?
Antalya’da doğdum ve büyüdüm. İlk, orta ve lise öğrenimimi Antalya’da tamamladıktan sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Mimarlık bölümünü kazandım. Yüksek lisansımı da aynı üniversitede yaptım. Evliyim ve iki kızım var.
Mimarlık mesleğine nasıl yöneldiğime gelecek olursak; o zamanlar, bugünkü gibi liselerde meslek seçimine dair staj, gözlem imkânı, meslek bilinci ya da detaylı yönlendirmeler yoktu. Şimdi ise lisedeki çoğu öğrenci, yapmak istediği mesleğe yönelik ofislerde staj yapma ve gözlem fırsatına sahip. Benim kuzenim mimardı, hatta Mimar Sinan Üniversitesi'nden mezundu ve aktif olarak mimarlık yapıyordu. Annem de kendimi bildim bileli evde sürekli yağlı boya resim yapardı, özellikle hamam ve mekân resimleri çizerdi. Annemle birlikte Antalya’daki eski hamamları gezerdik; annem bu yapıların fotoğraflarını çeker ya da bazen eskiz kağıdıyla bir şeyler karalardı. Tüm bu deneyimler, aklımda mimarlıkla ilgili bir fikir oluşturdu. Çok aşırı spesifik olmasa da, bu iki unsurun mimarlığa yönelmemde etkili olduğunu söyleyebilirim.
2. Mimarlık dışında, yazarlık kimliğinizle de tanınıyorsunuz ve birçok öykü kitabınız var. Yazmaya nasıl başladınız? Bu iki farklı alan, mimarlık ve yazarlık, sizin için nasıl bir araya geldi? Özellikle yazarlığınızın, mimarlık pratiğinizle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlatabilir misiniz?
Ciddi olarak yazdığım ilk şey tezimdi. Tez yazım, bu konuda bana iyi bir eğitim sağladı. Bir bütünün başını ve sonunu belirleyip yazıya dökmek konusunda beni çok geliştirdi. Ardından, 2000’li yıllarda bir bütün oluşturacak anlamlı parçalar yazmaya başladım.
Mimarlık ve yazarlık... Aslında uzun bir süre bu iki olgunun birbiriyle ilişkisi olmadığını düşünmüştüm. Ancak son beş yılda, yazıya daha düzenli ve uzun vakitler ayırmaya başladıkça, bu iki alanın birbirini etkilediğini fark ettim. Çünkü mimarlık, zamanla yazma biçimimi etkilemiş. Mimarlık eğitimi katı bir eğitimdir; dünyayı anlamak için parçalarına ayırır ve mimar, tasarımlarına her zaman bir açıklama arar. Mimar, anlamsız işler yapmaz; yaptığı her işe bir sebep arar ve onu neden-sonuç ilişkisiyle bağdaştırır. Yani yaptığı tasarıma bir açıklama getirmeye çalışır. Bu anlamda, mimarlık başlarda yazarlığımı kısıtlıyordu, yani yazma eylemimi sınırlıyordu desek daha doğru olur. Bu yüzden daha kısa öyküler yazıyor ve baştan planlanmış, başı ve sonu belli metinler oluşturuyordum.
Ancak son on yılda, çokça okuyarak yazılarımın yavaş yavaş özgürleşmeye başladığını gördüm. Artık çok daha serbest yazıyorum. Serbest yazmadıkça, öykü ya da roman yazılamayacağını düşünüyorum. Şimdilerde, yazarlık tarafımın özgürleşmesinin mimarlık tarafımı da açtığını fark ediyorum.
3. Yapı Kredi Kültür Sanat ve İş Bankası Resim ve Heykel Müzesi projelerinde yer aldınız. Bu projelerdeki deneyimlerinizden biraz bahseder misiniz? Özellikle sizi etkileyen veya zorlayan noktalar nelerdi, merak ediyorum.
İki yapı, dışarıdan bakıldığında birbirine benzemeyen yapılar gibi görünebilir. Ancak benim gözümde, aslında birbirlerine çok benziyorlar. Bu binaların en büyük ortak noktaları, yaklaşımlarındaki benzerlikler, benzer kültür ve sanat programlarına sahip olmaları ve her ikisinde de eski yapıları dönüştürerek bugünkü tasarımlara ulaşmamız diyebilirim. Yapı Kredi binası, tamamen 1950-60 yıllarında mimar Paul Schmitthener’ın tasarımıyla oluşturulmuş bir bina. Onun ruhu hâlâ orada ve bu bina ile yaşıyor. Ancak biz bu binada Galatasaray Meydanı’na bakan cephesini boşaltıp, bu cepheyi yeniden tasarladık. İş Bankası binasında ise 1900’lerin başında yapılmış olan yapıyı koruduk. Bu binanın çekirdeğini boşaltıp güncel tekniklerle yapılmış bir yapı inşa ettik.
Bu yapılar, kentsel hafıza ile iç içe geçmiş durumda. Bu yapılardaki mevcut bölümleri nasıl koruyacağımız ve bunu hangi teknikle yapacağımız konusunda çok tartıştık. Güncel müdahalelerimizin eskiyle nasıl ilişki kuracağı ve bu iki unsuru nasıl bir araya getireceğimiz, proje sürecinde en çok düşündüğümüz konular oldu. Elbette, bir de inşaat aşaması vardı. İnşaat sıralaması, önce hangi bölümün yıkılıp sonrasında hangi bölümün korunacağı ve hangi sırayla inşa edileceği gibi konuları da planladık. İstiklal Caddesi gibi yoğun sirkülasyona sahip ve çekme mesafesinin bile olmadığı bir ana aks üzerinde, arsa sınırına oturan bu yapılar içinde inşaatların nasıl gerçekleştirileceği, sürekli gündemimizde olan bir konuydu.
4. Yazarlık ve mimarlık dışında, deniz fenerlerine olan ilginizle de tanınıyorsunuz. Öykü kitaplarınızın kapaklarında, içindeki eskizlerde ve içeriklerinde sıkça deniz fenerlerinden bahsediyorsunuz. Deniz fenerlerine olan ilginiz nereden geliyor?
Deniz fenerlerini severim, bence herkes sever. Onların sevimli bir yanları var; yol gösteriyorlar ve hayat kurtarıyorlar. Günümüzde belki bu işlevlerine ihtiyaç duyulmuyor, çünkü balıkçı teknelerinde bile GPS sistemi var. Dolayısıyla, ‘Feneri gördüm, hayatım kurtuldu’ diyen pek kimse yok. Ancak deniz fenerleri benim için kişisel bir ilgi alanı ve mimari kimliğimle hiç entegre etmedim. Yazılarımda deniz fenerlerini bir araç olarak kullanmış olabilirim.
Bu ilgi çocukluğumda başladı. Antalya’da büyüdüğüm dönemde, denize bir fenerin yanından girerdik ve hâlâ o yerden denize giriyoruz. Ne yazık ki Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, o feneri yıktı ve yerine çirkin bir balıkçı yaptı. Yanında çok tatlı bir Akdeniz evi vardı; o da artık sadece eskizlerimde yaşıyor. Deniz fenerlerini uzun yıllar boyunca araştırdım, neredeyse 10 yıl boyunca deniz fenerleriyle yatıp kalktım. Kaptanlarla ve fenercilerle konuştum, fenerleri ziyaret ettim. Denizde olanlar için deniz fenerleri hâlâ çok değerli. Örneğin, Rumeli Feneri’ndeki balıkçılar büyük balık tekneleri kullanıyor ve bu teknelerde GPS, uydu sistemleri gibi tüm modern teknolojiler mevcut. Ancak kaptanlar yine de feneri görmekten içlerinin rahatladığını söylüyorlar.
Türkiye’de deniz fenerleri mimarlık mirası olarak yeterince değer görmüyor ve birçok fenerimizi kaybettik. İstanbul’daki bazı fenerler korunuyor gibi görünse de, yanlarına gidince çevrelerinin çöp içinde olduğunu görebiliyoruz. Örneğin Ahırkapı Feneri’nin etrafı otlar içinde. Bu fenerlerin İngiltere’de olsa bir müze olarak kullanılacağı kesin. Türkiye’de 70 civarında deniz fenerinin içinde bekçilerin kalabileceği evler var. Ancak bunların çoğu bakımsız ve yıkılma tehlikesi altında. İngiltere ve Amerika’daki örnekler çok iyi korunurken, Hırvatistan’daki deniz fenerleri birinci derece kültürel miras olarak kabul ediliyor ve küçük bir turizm firması tarafından işletiliyor. Oraya gittiğinizde konaklama imkânı da sunuluyor ve fenerler çok iyi korunuyor.
5. Ülkemizde deniz fenerlerinin konumunun değersizleştirilmesine dair sohbet ettikten sonra, Türkiye'deki mimarlığın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye'deki mimarlık nereye gidiyor ve nasıl bir geleceği öngörüyorsunuz?
Türkiye’deki mimarlığın, ülkenin kendisinden daha ileride olması beklenemez bence. Türkiye’de hiçbir sektör için aslında bunu bekleyemeyiz. Mimarlık, bir sektör olarak kendi içinde bir ekonomiye ve diğer sektörlerle, devlet kurumlarıyla başvuru ve onay süreçlerine bağlı. Mimarlık, devlet kurumlarının ve siyasetin sınırladığı bir alanda gelişmeye çalışıyor diyebilirim. Daha ileri gitmesi zor görünüyor. Ancak karamsar da değilim. Olabildiğince iyi işler yapmaya çalışıyoruz. Fakat devlet kurumlarının, belediyelerin ve halkın mimarlığa bakışı genellikle inşaat sektörü ile sınırlı. Yani mimarlığı bir tasarım meselesi olarak değil de inşaat sektörünün bir parçası olarak görmeleri, mimarlığın çok fazla ilerlemesini engelliyor. İnşaat sektörü ise öve öve bitiremediğimiz, ancak bir beton mezarlığından ileriye gidemeyen bir sektör haline geldi. Ayrıca, inşaat sektörünün en büyük sorunlarından biri AR-GE’nin minimum düzeyde olması. AR-GE çalışması yapılan örnekler bulunabilir, ancak sayıları yok denecek kadar az.
Bizler, iyi işverenler sayesinde birkaç güzel bina ve iyi tasarımlar yapabiliyoruz. Ancak bunlar sektörün binde biri bile olamaz. Bu yüzden Türkiye’de mimarlık oldukça geri durumda diye düşünüyorum.
6. Mimarlıkta hayal gücüde çok önemli. Siz yaratıcılığınızı nasıl besliyorsunuz?
Yaratıcılığımı okumak, gezmek, düşünmek ve konuşmak yoluyla geliştiriyorum. İlhamın arkasında bu unsurlar olabilir. Kendiliğinden gelen, kanatlı bir ilham ne yazıda ne de mimarlıkta bulunur. Örneğin, yazar yönümü sürekli okuyarak, kendime yakın bulduğum diğer yazarları araştırarak, bazen onların tarzlarını taklit ederek ve onları örnek alarak geliştiriyorum. Ardından, kendi çizgimi oluşturuyorum. Mimarlıkta da benzer bir yaklaşımı benimsiyorum. Her şeyden önce, büyük bir mirasın üzerinde çalışıyoruz. Yaptığımız işi inovasyon olarak görüyorum; bu mirası kullanarak yaratıcılığımızı ve tasarımlarımızı geliştiriyoruz. Her projede, özel bir probleme yanıt veren yeni bir yapı veya mekân tasarlıyoruz. Bu büyük mirasın üzerinde durarak, çok sayıda proje görerek; Türkiye’deki ve dünyadaki şehirleri gezerek bu yönü beslemek mümkün. İstanbul, zaten başlı başına büyük bir kaynak. Gezmekle bitmez; her gün geçtiğiniz bir sokakta, her gün yeni bir detay keşfedebilirsiniz.
7. Mimarlık, kültür ve sanat arasındaki en büyük bir bağlam benim için. Sizce mimarlık bir sanat formu mu ve sanatın neresinde?
Bence mimarlık bir sanat formu değil, özellikle günümüzde hiç değil. İçinde yaratıcılık ve inovatif düşünce barındırıyor, ancak sanat bana çok daha bağımsız bir kavram olarak geliyor. Sanat, tek başına bir disiplin olup özgür olmalıdır. Genellikle kişinin dünyayla, tanrıyla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir eserdir.
Mimarlık ise farklı bir durum. Örneğin, biz bir firmayız ve bir işveren bizden bir tasarım talep ediyor. Sözleşme yapıyoruz, mühendislerle oturup konuşuyoruz ve birçok disiplinle ilişki kuruyoruz. Yangın danışmanı, asansör danışmanı gibi uzmanlarla çalışıyoruz. Başta belediyeler olmak üzere birçok kurumdan onaylar alarak geliştirdiğimiz bir yapı ve tasarım ortaya çıkıyor. Bu anlamda mimarlık, diğer disiplinler ve insanlarla çok bağlantılı bir konu. Genellikle ısmarlanarak yapılan bir meslek olarak kabul edilebilir.
Tabii ki mimari yapılara sanat da dahil edilebilir; bir sanat objesini sergileyebiliriz. Mimari yapının dış formu ve plastik etkisi beğenilebilir, ancak bir sanat formu olarak kabul edilemez.
8. Son sorulara gelirken sohbetimizin akışında bir şey sormak istiyorum. Son yıllarda yazarlık yönüm çok gelişti ve gelişiyor dediniz. Peki yazar kimliğiniz mimari kimliğinizin önüne geçiyor mu?
Mimarlık benim işim ve bu alandan para kazanıyorum. Burada birlikte çalıştığım bir ekibim ve bir sistemim var. Bu sistemi daha ileriye götürmek için çalışıyoruz. Mimarlık, büyük bir ekibin parçası olduğum ve bu durumdan çok mutlu olduğum bir alan. Daha sosyal bir kavram; işverenler, mühendisler, danışmanlar ve diğer birçok kişiyle iş birliği içinde olmayı gerektiriyor.
Yazarlık ise yapayalnız ve tek başına yapılan bir iş. Eğer ileride mimarlığı bırakırsam, yazarlığa daha fazla odaklanacağımı düşünüyorum; bu durumda yazarlık öne çıkabilir. Yazarlık, hayatımın ayrı bir alanı, kendimle kaldığım ve hayattan biraz soyutlandığım bir özel alan. Her iki alan birbirinden kopuk değil, ancak her biri kendi içinde bağımsız ve farklı bir yer tutuyor.
9. Son sorum gelecekteki projeleriniz, gelecekteki hedefleriniz üzerine. Siz mesleğiniz ve kendiniz için neler planlıyorsunuz? Yeni bir kitabınız yayınlanacak mı?
Kitaplarım son zamanlarda pek görünmüyor; 2019’dan beri yeni bir kitap yayınlamadım. Aklımda birçok konu ve hikâye var. Bir yerde biraz daha gelişmiş bir roman taslağı bulunuyor, başka bir yerde ise küçük küçük hikayeler birikmiş ama henüz devam etmedim. Hangi hikâyenin öne çıkacağı belli olmuyor. Ancak 2025 Şubat ayından sonra yayınlanacak kitabım neredeyse bir yıl içinde tamamlandı. Oysa 3-4 yıl boyunca bir roman üzerinde çalışıyordum, birden durdu ve diğer kitabım onun önüne geçti.
Kitaplara eskiz koymayı seviyorum ve bu yeni kitabımda da olacak. Soyut görsellerin yer aldığı bir roman yazmayı kesinlikle istiyorum. Ayrıca, İstanbul ile ilgili kitaplar yazmak istiyorum, örneğin vapurlar üzerine. Mimarlıkla ilgili olarak da ortaklarımla bir Teğet Sergisi açmayı planlıyoruz. 25-30 yılı geride bıraktık ve projelere ayırdığımız vakitleri artırmak istiyorum. Çok sayıda proje yerine, az ama üzerinde çok düşünülen işler yapmayı hedefliyorum. Bu süreçte, ofisimde çalışan tüm ekibin mutlu olduğunu bilmek, projelere katkıda bulunmalarını ve burada çalıştıkları için memnun olmalarını sağlamak, benim için büyük bir mutluluk kaynağı.
Ertuğ Bey’e vakit ayırdığı için öncelikle çok teşekkür ederim. Bir meslektaşımla mimarlığa farklı bir açıdan bakma fırsatı bulduk, aynı zamanda yazar kimliğini gözlemleme şansı yakaladık. Deniz fenerleri konusundaki bilgi ve hassasiyeti, belki de çoğu kişinin farkında olmadığı bir konuda önemli bir bilinç oluşturdu. Deniz fenerlerini ziyaret edenlerin ve bu konuda araştırma yapanların sayısı arttıkça, belki gereken önem verilir ve bu değerli yapılar daha iyi korunur.