Çoğunuzun Mardin’e gittiğini tahmin ediyorum.
Mardin, ülkemizin en önemli tarihi kentlerinden biri. Kuzey Mezopotamya olarak da bilinen bu kadim şehri, ne yazık ki birçok insan ülkemizde yayımlanan aşiret dizilerinden tanıyor.
Mardin ise benim için büyülü ve biraz da masalsı bir şehir. Orada zaman ya çok hızlı akıyor ya da hiç akmıyor; sanki durmuş gibi. Bu yazımı kaleme alırken akışta kalmayı tercih ettim. Bazen zaman durdu, düşüncelere daldım; bazen de kelimeler bir anda döküldü ve cümlelerin içinde kelimelerin hızına yetişemedim.
Fotoğraf: Gonca Çetinkaya, Leyli Gecesi
Başlıkta belirttiğim gibi, “Taşı beyaz, bahtı kara” masalların içinde bir şehir: Mardin. Bu ifadeyi, Leyli gecesinde tanıştığım Uğur Bey’den duydum. Uğur Bey hem keman çalıyor hem de Arapça şarkılar söylüyor. Öncelikle size Leyli gecelerinden biraz bahsetmek istiyorum.Hepiniz Mardin’e geldiğinizde muhtemelen sıra gecesine katılmak için can atmışsınızdır. Oysa sıra gecesi, Mardin’e özgü bir gelenek değil. Asıl gelenek, bu bölgenin ruhunu yansıtan Leyli Geceleridir. "Leyli," Arapça’da "tek gecelik" anlamına geliyor. Size ayrılan bu özel gecede, hikayeler ve onlara eşlik eden müziklerle kültürler arası bir yolculuğa çıkıyorsunuz.
Leyli geceleri, farklı dillere ve inançlara ev sahipliği yapan Mardin’in çok kültürlü yapısını en iyi yansıtan etkinliklerden biri. Farklı dillerde konuşan sanatçılar, kendi kültürlerini ve hikayelerini anlattıkları bu gecede bir araya geliyor. Ben de bu gece boyunca Kürtçe, Türkçe, Süryanice ve Arapça şarkılar dinledim.
“Taşı beyaz, bahtı kara” sözünün anlamını sorduğumda ise, bu geleneği yaşatanların artık unutulmasından duydukları üzüntüyü dile getirdiler. Gençlerin bu şarkıları öğrenip geleceğe aktaramayacak olmasından endişeliydiler. Her zanaat ve gelenek gibi, Leyli Geceleri de sona yaklaşıyor gibiydi. Hâlâ umut var mı, tartışılır.
Sanatçıların gözlerinde, unutulmuş dillerin ve kurumuş hikayelerin hüznünü gördüm. O geceyi kayda aldığını zannedenlerin, aslında anlamsız bir sosyal medya akışında kaybolmuş gibi göründüklerini hissettim. Kim ne kadar anladı, kim ne kadar merak etti bilmiyorum. Ancak Leyli sadece o tek gecede kalmamalıydı; sokaklara taşmalı, dar sokaklardan ovaya doğru akmalıydı.
Fotoğraf: Gonca Çetinkaya, Kendini herkese kapatmış bir kapının içindeki kapı…
Bu, Mardin’e ikinci gelişim. Belki de oradan hiç ayrılmamış bir parçam var gibi hissediyorum. İlk ziyaretimde Midyat, Dara Antik Kenti, Kasımiye Medresesi gibi turistik noktaların hepsini gezmiştim. Ancak bu sefer Eski Mardin’den hiç ayrılmadım. Şehri sokak sokak dolaştım; her dar sokakta, Mezopotamya’nın kavurucu güneşini takip ettim. Biraz kayboldum, biraz keşfettim. Her keşifte yeni insanlar tanıdım, yeni gölgeler buldum.
Mardin’de en çok dikkatimi çeken şey ise kapıları oldu. Her kapı, adeta bir heykel gibi; estetik ve sanatsal bir yapıya sahipti. Kapıların her biri önünde ayrı bir hikaye saklıydı. Beyaz taş duvarların dar sokaklar oluşturduğu bu şehirde, kapılar o cephelerin dili ve tarihi gibiydi. Her bir kapıda farklı işlemeler, büyük bir emek vardı. Sanki adım atıp içeri girsem, bambaşka hikayelerle dolu bir dünyaya girecekmişim gibi hissettim. Çoğunun sadece fotoğrafını çekmekle yetindim; bazılarının önünde ise hayaller kurdum.
Bazı kapılardan içeri girdim ve her seferinde yeni bir dünyayla tanıştım. Bambaşka hayatlar ve insanlar gördüm. Burada, açık bulduğunuz her kapıdan içeri girebilirsiniz; insanlar sizi sanki hep tanıyormuş gibi samimi ve misafirperver davranıyorlar. Kapılar, sanki başka kapıların anahtarları gibi birbirine bağlı bu şehirde.
Mardin, pek çok kültürü içinde barındıran bir kültürel miras olmasının yanında, mimarlık tarihi açısından da çok değerli bir kent. Yerel halk, mimar Lole’nin şehri kurduğunu anlatırken farklı hikayeler dinledim. Bu hikayeleri size tek tek anlatsam, her biri ayrı bir öykü kitabı olurdu. Kaynaklara göre Lole, bir Ermeni mimarbaşı. Mardinliler ise onun, Mezopotamya ovasının tepesine ilk temeli atan ve şehri kurgulayan üstad olduğuna inanıyorlar.
Mardin’de, hem Arap hem de Selçuklu etkilerini hissetmek mümkün. Bu dokular bana geçen yıl gittiğim Beyrut’u hem mimari hem de kültürel açıdan hatırlattı. Zaten Mardin’de tanıştığım Arap kökenli pek çok kişi, köklerinin Beyrut’tan geldiğini söyledi. Bu iki şehri bu denli severken, sokaklarında dolaşan bitmeyen bir hüznün varlığını da hissettim.
Fotoğraf: Gonca Çetinkaya, Mardin Ovası, Şems inn Hotel
Mardin’de her sabah 6-7 gibi uyanıp ovayı izledim. Hep deniz kenarında yaşadığım için midir bilmiyorum, ovaya her baktığımda bir deniz görme arzusundan kurtulamadım. O sırada sevgili Tacettin Usta’nın (Ebuburak) anlattığı hikayegeldi aklıma. Hikayeye geçmeden önce belirtmek isterim ki, Şahmeran figürü burada hemen her evde ve dükkânda, farklı tasvirlerle de olsa karşınıza çıkıyor. Şahmeran, bu coğrafyada çok önemli bir temsiliyet. Geçen yıl Mardin’e ilk geldiğimde, ben de Tacettin Usta’nın yanına koşmuştum. Kendi evime asmak için bir Şahmeran almak istiyordum.
Fotoğraf: Gonca Çetinkaya, Arjen’in Dükkanındaki Şahmeran Motifi
Tacettin Usta, o sırada bana bir hikaye anlattı: “Mezopotamya Ovası, çok eski zamanlarda, milattan önce, sular altındaydı. Ahir zamanlardı. Sular çekildi ve Şahmeran, gün yüzüne çıktı. Sonra, herkesten uzakta, ovanın derinliklerinde kendine bir cennet kurdu.”
Ben, hikayenin devamından çok, ovanın bir zamanlar sular altında olmasına takıldım. Çünkü eski Mardin’i gezerken, her ara sokaktan baktığımda ovada hep bir su görmek ister gibi oluyordum; sanki o su, hala oradaydı.
Mardin hakkında anlatacaklarım bitmez. Bir kerede keşfedilip anlaşılacak bir yer değil burası. Mardin’e gittiğinizde yerel halkla tanışmak, onlarla sakin sohbetler etmek çok kıymetli. Çünkü burada bazı geleneksel değerlerin yazılı kaynakları yok; dilden dile, hikayeden hikayeye aktarılıyor.
Fotoğraf: Anonim
Bu şehri bizzat keşfetmeniz, yaşamanız ve hikayelerini dinlemeniz gerektiğini düşünüyorum. Ancak yazımı tamamlamadan önce, beni en çok üzen bir konuya değinmeden geçemeyeceğim.
Eski Mardin’in sokaklarında dolaşırken, her köşede yoğun bir restorasyon ve renovasyon şantiyesiyle karşılaştım. Yerel halkın çoğu, Eski Mardin’i terk edip “Yenişehir” olarak adlandırdıkları apartmanlara taşınmış. Kendi evlerini ise otel veya restoran gibi ticari işletmelere dönüştürmüşler. Şu anda Eski Mardin’de yaşayan yalnızca 20-30 hane kalmış durumda; geri kalan her yer ya dönüşüme uğramış ya da bu sürece giriyor.
Bahsedilen Yenişehir ise bana göre, Mezopotamya ovasının ortasında bir görüntü kirliliğinden başka bir şey değil. Tam bu noktada taşı beyaz bahtı kara diyebilirim işte! Bu ihtiyacın bu şekilde karşılanması doğru muydu? Bu kadar tarihi bir şehrin girişinde böylesine çarpık kentleşmeye kim izin verdi, bilmiyorum. Ancak gördüğüm manzara beni derinden üzdü. Aklıma, yıllar önce Bursa’nın ortasına dikilen o “ucube” yapılar geldi.
Ülkemizde tarihimizle övünmemize rağmen, bu tarihe, mimariye ve kültüre yeterince sahip çıkmamak ve üzerine bu değerleri tahrip etmek kadar acı bir durum olduğunu sanmıyorum. Umarım bu gidişat böyle devam etmez. Yine de zamanla bu durumun, kolektif bir bilinç ile düzeltilebileceğine inanıyorum.