Hayat yorduğunda, güvendiğim dağlara karlar yağdığında; uykular yerini tozlu bir balkon sandalyesine bıraktığında bazı şarkılar; dostumla dertleşmiş gibi hissettiriyor.
Sabah ezanı bitti ve müziği tekrar kaldığı yerden başlattım. Zihnimde öyle bir kargaşa var ki; bakışlarım karşıki caminin minaresindeki göz alıcı yeşil ışıklara daldı, derin bir iç çekişle birlikte usulca süzülen bir kuş tüyü gibi gökyüzüne yöneldi. Aslında sevdiklerimin birçoğu hayatta. Orta standartta, kendi yağımda kavrulmaya çalıştığım, birazcık da sancılı bir hayat yaşıyorum. Fena değil gibi ama yorgunum tabi. Eğer mutlu değilsen kazandığın ya da sahip olduğun her güzel şey seni 3 gün heyecanlandırıyor, sonrası yok. İnsan herkesin sahip olmak istediği şeylere erişse de maddeye taptığı sürece mutlu olamıyor. Bu söylediklerim birçok kişi için geçerli. Bazıları mutluluğun başarıda saklı olduğunu, bazıları parada, bazıları ise sağlıkta olduğunu söylerler. Ben aklım erdiğinden beri mutluluğun kaynağının sevgi olduğuna inandım.
Bahsettiğim insanlar hayatta sadece akıllı, uslu, başarılı ya da zengin olanların sevilmeye layık olduğuna inanıyor. Daha el kadar çocukken bile koşulsuz sevgi nedir aileden görmemişler. Tabi ben de pek farklı sayılmam. Bu eksiklik bazıları için yerini koyu bir hırsa bırakıyor ve kendilerine "başaramazsam bir hiçim" telkinleri veriyorlar. Memur kafasını bilirsiniz. Sırtını devlete yasla, hayalleri filan boşver. Sağlığın yerinde, iki de çocuğun olsun yeter. Fazlasına hiç gerek yok. E ne demişler? Azıcık aşım, kaygısız başım. Bir de "ben zaten bir hiçim, şunun şurasında en fazla 40-50 sene daha yaşar sonra ölür giderim; en iyisi hayatta hiçbir mana aramadan, aylak aylak dolanarak hiçbir baltaya sap olmadan ömrümü bitireyim." diyenler var.
Ben hayata farklı perspektiften bakıyorum. Aile fertlerinden veya diğer insanlardan sevgi dilendikçe bu yalnızlıkla daha çok sınanıyorsun. Bu acı tokadı yedikten sonra öğrendim ki insan kendine şefkat göstermedikçe kimse gelip kalbine dokunmuyor. Ben kendime özen göstermeyi seviyorum, kendimi suçlamayı bırakalı çok zaman oldu. Her şeyden önce kendime öyle bir şefkat duyuyorum ki artık yalnızlık beni korkutmuyor. Kendimle arkadaş oldum, hayallerimi kendime anlattım, hüzünlerimi kendimle paylaştım. Böylelikle hayallerime inanan ve sonsuz bir güvenle hayatım boyunca sırtımı yaslayacağım kadim bir dost edindim. Ne yaparsam kendime yaparım dedim. Mutlu olmak için maddeden çok mana'ya yöneldim. En kötü anlarda biraz dua ettim, biraz ağladım. Sonrasında gözyaşlarımı sildim, saçlarımı taradım çünkü benden bir tane daha yok. Beni benden iyi kimse tanıyamaz. Bazen çocukluk ettim, cahillik ettim, tuhaf ve şımarık davrandığım zamanlar oldu. E çocukken çocukluk edemeyince hal vaziyet böyle oluyor. Çok hata yaptım, çok erken yaşlarda uzunca yollar yürüyüp sayısız taşa takıldım. Düştüm, kalktım,tekrar düştüm... Derken bir baktım ki ne kadar süreceğini bilmediğim ömrün 26. Senesindeyim.
Hâlâ yalnızım, zaten hep tek başımaydım. Yalnız bir çocuk, yalnız bir genç kız, yalnız bir kadın... Ekonomik şartlar, karın ağrıları, gelecek kaygısı yetmiyor gibi geçmiş travmalar, ilk günkü tazeliğini koruyan kapanmamış yaralar, savaşlar, duygusal serzenişler, gönül işleri, çocuklar... Hayaller ve hayatlar diyelim. Neyse... Alt eşofmanıma dökülen küllere üfledikten sonra başımı hafifçe indirdim ve minarenin göz kamaştırıcı yeşil ışıklarının çoktan söndüğünü fark ettim. Telefonun ekranında saat 04:59'u gösteriyordu. Zihnimin içinde birbiriyle kavga eden, gerekli gereksiz düşüncelerden bir kaçını sorgularken uykum geldi. Artık deliksiz bir uykuya dalmaya hazırım. Kendimi çok seviyorum, yaratılmaya değer görülmüş bir mucizeyim. Kendime daha da değer katacak bir sabaha uyanmak için enerjimi toplamaya hazırım. Eğer üşenmeden bu yazıyı okuyup, son cümleye geldiysen hâlâ umut var demektir. Kendini sev, inan bana gerisi bir şekilde halloluyor...